****** İlkeleri, çağdaşlaşma yönünü belirleyen ve ****** Devrimleri'ne temel teşkil eden fikir ve düşüncelerdir. ******çü Düşünce Sistemi içinde birbirine bağlı bir bütün oluşturan ****** İlke ve Devrimleri, Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştirabilmek için bilimsel düşünceyi esas alan aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu nedenle ****** ilke ve devrimlerinin felsefesinde yapıcılık, en doğruya, faydalıya yöneliş yatar.
****** İlkeleri, başlangıcından itibaren Türk Devrimi içinden doğmuş ve onun uygulamalarına yön vermiştir. ******çülük konularını araştıran bilim adamları bu ilkeleri Temel İlkeler ve Bütünleyici İlkeler olarak iki başlıkta toplarlar.
Bu ilkeler, ******’ün devlet anlayışına hakim olan milli devlet, tam bağımsızlık, milli egemenlik ve çağdaşlaşma (medenileşme) hedefinden kaynaklanmaktadır.
****** İlkeleri, önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ilkeleri olarak benimsenmiştir. 1937’de çıkarılan bir kanunla 1924 Anayasası’na eklenen ilkeler, bu uygulama ile hukuken Türk milletine mâl edilmiştir.
* Milli bağımsızlık * Milli birlik, beraberlik ve ülke bütünlüğü * Yurtta sulh, cihanda sulh * Çağdaşlık * İnsan ve İnsanlık sevgisi * Akılcılık, bilimcilik, gerçekçilik * Milli Egemenlik
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08
Konu: Geri: ****** İlkeleri Ptsi Şub. 09, 2009 4:12 am
Cumhuriyetçilik (****** İlkesi)
Cumhuriyetçilik ilkesi Kemalist ilkeler arasında yer alan Cumhuriyetçilik esas itibariyle Demokrasinin devlet şekline uyarlanmış hali şeklinde tanımlanır. Farsça halk demek olan "Cumhur" kelimesinden gelir. Bu bakımdan halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği "Demos" ve "Kritos" yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir.
****** için, Kemalizmin "cumhuriyetçilik" ilkesi ile "demokrasi" eşanlamlı idi: “ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur. ”
****** için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunuydu: “ İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar... Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır. ”
******'ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı ve halka demokrasiyi ve özgürlüğü öğretmek için ele aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında "kamuoyu" şöyle anlatılıyordu : “ Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir. ”
Aynı kitabında ******'ün "basın özgürlüğü" ile ilgili görüşleri de şöyleydi: “ Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yaın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür. ”
******'ün daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan "Halk Fırkası"nın tüzüğünü hazırlarken, bu partinin "laik demokrat" olduğunu vurgulamaya özen göstermiştir. Zamanın Fransa Büyükelçisi'ne söyledikleri ise onun demokrasi anlayışını göstermektedir. “ Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım. ”
****** elinde hem padişah hem de halife olacak kadar gücü olduğu halde Cumhurbaşkanlığını bile geçici bir görev olarak düşünmekteydi. Fethi Okyar'ın 9 Ağustos 1930 tarihli mektubuna verdiği yanıtta şu satırlar vardır: “ Bildiğiniz gibi resmi görevim dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının Genel Başkanlığını fiilen yapamamaktayım. Fiili Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı görevimin bitiminde, bizzat kurduğum Cumhuriyet Halk Fırkasının Başkanlığını fiilen yerine getireceğim tabiidir. ”
Kavramın gelişimi
Ali Suavi, Namık Kemal ve başka Genç Osmanlılar özellikle Amerikan ve Fransız devrimlerinin de etkisiyle sultanın otoritesini kısıtlayacak bir rejim talep ediyorlardı. Özellikle II. Abdülhamit döneminde Fransız filozoflarının görüşleri Jön Türkler arasında geniş ölçüde yayıldı. ****** de bu oluşumun bir parçasıydı. Bununla birlikte ******'e kadar reform düşüncesi meşrutiyet fikrinin ötesine geçmemişti.
Cumhuriyet düşüncesinin gelişme fırsatı bulması özellikle Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde mümkün oldu. Savaştan sonra Rusya, Almanya ve Avusturya gibi imparatorluklar yerlerini cumhuriyet rejimlerine bıraktı. 1918'de Azerbaycan ilk Müslüman cumhuriyet olarak kuruldu. Rusya'daki diğer Müslüman halklar da kendilerini cumhuriyet olarak ilan etti. Cumhuriyet fikri böylece bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayıldı.
******'ün cumhuriyet kurma projesini ne zaman planlamaya başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ama daha 1919'daki milliyetçi toplantıların raporlarına bakarak bağımsızlık mücadelesinin başından itibaren ******'ün cumhuriyetçi fikirlerden etkilenmiş olduğu söylenebilir.[1] Ancak sultanlığa ve halifeliğe bağlılığın kuvvetli olması nedeniyle ****** ve onun gibi düşünenler fikirlerini gerçekleştirmek için beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet saltanatın kaldırılmasından neredeyse bir yıl sonra ilan edildi. (Offline)
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08
Konu: Geri: ****** İlkeleri Ptsi Şub. 09, 2009 4:12 am
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNE GÖRE MİLLİYETÇİLİK İLKESİ
Sait DİNÇ
a - Milliyetçiliğin Anlamı ve Önemi
Milliyetçilik (Ulusçuluk); bireyde genetik, fiziksel, kültürel, toplumsal ve doğal koşulların etkisi altında gelişen ve bir ulusun bireylerinde ortak olan duyguların, ülkülerin ve değerlerin toplamıdır. Bu duygu ve değerler, her zaman için bireysel çıkarların üstünde tutulur. Ulus için önemli ve kazançlı olan bir günde, ortak sevinç duyulur. Örneğin; ulusal bayramlarda, çeşitli alanlarda (bilim, sanat spor vb.) kazanılan başarılarda ortak mutluluk dile getirilir. Ya da tam tersine, ulusun genel çıkarlarına bir zarar gelmesi durumunda, aynı şekilde ortak acı paylaşılır. Bu gibi olaylarda toplumun bireyleri dayanışma içine girerler. Örneğin; büyük bir sel felaketi, deprem ve yangın, savaşlardaki yenilgiler, ya da herhangi bir konudaki başarısızlık, ulus açısından önemli birinin kaybedilmesi gibi durumlarda ortak üzüntü paylaşılır.1
Milliyetçilik duygusu, insanlık tarihi kadar eski olmasına karşın, Fransız İhtilali’nden sonra önüne geçilmez bir durum almıştır. Her ulusun kendi ulusal devletlerini kurma isteği, çok uluslu imparatorlukların dağılmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti de çok uluslu bir yapıya sahipti. Bu nedenle, onun dağılması da kaçınılmazdı. Genç Osmanlı aydınlarının bu dağılmayı görerek, ortaya attıkları vatan ve siyasal birlik kavramına dayanan “Osmanlıcılık” başarılı olamamıştır. Din birliğini öngören “İslamcılık” düşüncesi de aynı sonla karşı karşıya kalmıştır. İçinde ırk öğesinin yer aldığı “Turancılık” düşüncesinin de, İttihat ve Terakki Partisinin başarısızlığı ile etkisiz duruma gelmesi, ******’ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında daha birleştirici öğeleri olan çağdaş ve yeni bir ulusçuluk anlayışı ile ortaya çıkmasına neden olmuştur. 2
b- ******çü Düşünce Sisteminde Milliyetçilik Kavramı
******’ün milliyetçilik anlayışı, din ve ırk birliğine dayanmaz. ******, milliyetçilik anlayışını, çağdaş bilim adamlarının da kabul ettiği temel ilkeler çerçevesinde belirlemiştir. Bu ilkeler; coğrafi ve siyasal birlik, kültür, tarih birliği ve ülkü birliği olarak başlıklandırılabilir. Daha açık bir anlatımla; aynı vatanı paylaşan, aynı siyasal yönetim altında yaşayan, aralarında tarihin derinliklerinden gelen birliktelik olan ve bu ortaklıklarını sürdürmek isteyen insanların oluşturduğu toplum, ulus olmaya hak kazanmış demektir. Bu nedenledir ki ******, Türk Ulusu’nun oluşumunda etkili olan öğeleri şöyle sıralamaktadır;3
• Siyasal varlıkta birlik • Dil birliği • Yurt birliği • Köken birliği • Tarihsel yakınlık • Ahlaki olarak yakınlık
Bir milletin oluşumunda, bu öğelerin tamamının bulunması zorunluluğu yoktur. Ancak Türk Milletinin oluşumunda bu öğelerin bir bütün olarak varlığı, ulusun bireyleri arasında, daha zengin ve güçlü bir bağ kurulmasında çok etkili olmuştur.4
Bir milletin tarihinde geçirdiği büyük felaket ve acılar, o ulus içinde yer alan farklı etnik grupların birbirleriyle kaynaşmasını sağlar. Bu süreç, ulusun oluşumunda çok etkili olur. Türk Tarihi’nde yaşanan Milli Kurtuluş Savaşı da bunun en somut örneğidir.5 Bu yüzdendir ki; ******, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.” şeklinde bir tanım yapmıştır. ******, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü söylerken de, bu noktayı göz önünde bulundurmuş ve tek bir etnik grubu ifade etmediğini açıklamak istemiştir. Eğer ****** bu sözünde etnik bir amaç gütseydi, “Ne mutlu Türk olana” şeklinde bir yaklaşımda bulunması gerekirdi. Bugünkü topraklar üzerinde yaşayan ve Türk Milleti olarak adlandırılan insanların, en az bin yıllık bir geçmişe dayanan zengin bir kültür, tarih, vatan, siyasal birlikteliği vardır. Günümüzün en güçlü devleti olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bile, iki yüz yirmi yıllık bir tarihe sahip olduğu göz önüne alınırsa, bu ortaklığın önemi daha iyi anlaşılır. ******, ulusun başka bir tanımını yaparken de; “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir bütündür.”6 diyerek, millet için genel bir tanım yapmıştır. Bir ulusun oluşumunda “Kültür Birliğine” ****** son derece önem vermiştir. Bu durumu da tanımında ifade etmiştir; “Aynı kültürden olan insanlardan oluşan topluma millet denir.”7 Türkiye Cumhuriyeti için 1924’te yapılan Anayasa’da, hiçbir biçimde din, mezhep ve ırk ayrımı gözetilmemiş ; “Türkiye halkına din ve ırk ayrımı olmaksızın Türk denir” şeklinde bir yaklaşım içinde bulunulmuştur.8 ****** Milliyetçiliğinin başka ulusların da mutluluğunu düşünen, insancıl, çağdaş, barışçı, saldırganlığı, ırkçılığı ve sınıf kavgalarını reddeden niteliklere sahiptir. Bu anlayış, Türk Milletinin kendi değerlerini korurken dünya milletler ailesinin de bir ferdi olmasına da katkıda bulunan yaklaşım olmuştur.9 ******ün milliyetçiliği, bu açıdan çağdaşlaştırma amacının da bir parçası, destekçisi olmaktadır. Çünkü çağdaşlaşma bağımsızlığını kazanan ulusların başlatıp geliştirdiği bir süreçtir. Milliyetçilik(ulusçuluk) akımını ilk amacı sömürge durumuna düşen milletlerin bağımsızlığını kazandırmak, ülkelerinin bağımsız olmasını sağlamaktır. ******çülüğün milliyetçilik anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığını korumayı ve aynı zamanda Türk toplumunu çağdaşlaştırmayı amaç edinmiştir.10
c - Milli Birliğin Önemi Bir ulusun oluşumunda kültür ve tarih birliğinin ne denli önemi varsa, o ulusun güçlü bir şekilde, sonsuza kadar yaşayabilmesi için de ülkü birliğinin önemi vardır. Kuşkusuz bir ulusu meydana getiren bireylerin sosyal ve ekonomik konumları aynı değildir.
Kimisi zengin, kimi orta güçte ve önemli bir bölümü de yoksul olabilir. Bu insanların eğitim düzeyleri, yaşayış biçimleri ve sosyal konumları da farklı olacaktır. Böyle bir durumda, bu insanları bir ortak temel etrafında birleştiren değerler olmalıdır.11 Bu bireylerin üzerinde yaşadıkları toprak, yani vatan, bağlı bulundukları kültürel değerler, siyasi kurumlar olan devlet, ulusun ifadesi olan bayrak ve ulusal marş gibi değerler, bu ortak değerler arasında sayılabilir. Ayrıca bireylerin atalarının ya da bizzat kendilerinin ortaklaşa yaşadıkları felaket ve acılar, mutluluklar da bu ortak değerlerden sayılır. Bu ve benzeri ortak yanların yanı sıra, daha sonraki zamanlarda yaşanması olası bulunan olaylara karşı hazırlıklı olma düşüncesi, kendi ulusunu güçlü ve çağdaş uluslar düzeyinde görme amacı da, bir ulusun genel ülküsünü oluşturur. Hedefsiz bir millet, pusulası olmayan bir gemiden başka bir şey değildir. Bu nedenle, genç kuşaklara verilen eğitim programlarında buna özen gösterilmelidir. Milli birlik ve beraberliğe sahip olan uluslar, her türlü güçlüğü yenmesini bilmişlerdir. Bunun en güzel örneğini Kurtuluş Savaşı sırasında Türkler vermişlerdir. Dünyanın en güçlü orduları tarafından işgal edilmiş, ordusuz ve yönetimsiz bırakılmış yoksul bir ulus, bu zorluklara karşı koyarak hem içerideki işbirlikçilerle savaşmış, hem de emperyalistleri ağır bir bozguna uğratmıştır. ******’ün deyimiyle; “Türk Ulusu, ulusal birlik ve beraberlik içinde bütün güçlükleri yenmesini bilmiştir.”12 Milli birlik ve beraberlik içinde bulunmayan ulusların çözülmesi, devletlerin yıkılması çok kolaydır. Bu nedenle günümüzde, sömürücü devletler, ekonomik ve siyasi bakımdan ele geçirmek istedikleri ülkelerin, içerden çözülmesini, dağılıp yıkılmasını sağlamayı amaçlamışlardır. Bu yöntem, bireylere değişik biçimlerde ve onların en duyarlı oldukları konular haline getirilerek sunulmaktadır. Bu durum fark edildiği zaman ise, ya çok geç kalınmış olmakta, ya da devlet, maddi ve manevi bakımdan ağır kayıplara uğramaktadır. Kürt sorunu veya Güney-Doğu sorunu olarak topluma sunulan sorun bunun en güzel örneği olup, Türkiye’nin maddi ve manevi bakımdan büyük kayıplara uğramasına yol açmıştır.13
******, bu konulara ilişkin çok anlamlı ifadeler kullanarak; ”Bugünkü Türk Ulusu siyasi ve toplumsal yapısı içinde kendilerine Kürtlük düşüncesi, Çerkezlik düşüncesi ve hatta Lâzlık düşüncesi veya Boşnaklık düşüncesi propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve ulusdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin zorba dönemlerinin devirleri ürünleri olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aracı, gerici beyinsizinden başka hiçbir millet bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü bu ulusun bireyleri de bütün Türk topluluğu gibi, aynı ortak maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevî vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk Milletine vicdanî arzularla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle bakılmak, medeni Türk Milletinin asil ahlakından beklenebilir mi? ”14 bu girişimlerin millet anlayışına çok zarar vereceği konusunda tarihsel anlamı olan mesajlar vermiştir. Yine Türkiye’de hangi bölgede veya hangi etnik kökenli olursa olsun bütün vatandaşların aynı milletin unsurları olduğunun herkes tarafından kabullenilmesini gerektiğini şu sözleriyle açıklamıştır; “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”15 ******’e göre; bir ulus, başka uluslardan saygı görebilmek için, önce kendi ulusuna karşı saygılı olmak zorundadır. ******”ün bu konudaki şu sözlerinin unutulmaması yerinde olur; “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, öncelikle bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki ulusal benliğini bulamayan uluslar, başka ulusların avıdır.”16
d - Milliyetçilik İlkesinin Önemi ve Sonuçları
Türk Milliyetçiliği ile daha önceki yüzyıllarda yaşanan din, mezhep ve ırk ayrımlarından kaynaklanan savaşlara son verilmiştir. Türk Milliyetçiliği ile en sağlam birliktelik olan siyasal, kültürel ve ülkü birliğine dayanan önemli bir birlikteliğin temeli atılmıştır. Türk Milliyetçiliği, barışçı bir hedefi öngördüğünden saldırgan ve yayılmacı amaçları reddetmiş, daha gerçekçi bir politikaya dayandırılmıştır. Bundan dolayı milliyetçiliğin getirdiği siyasi, sosyal ve hukuksal eşitlik, Türk toplumunu oluşturan bireylere güven kazandırmış, kendi kimlikleri ile her alanda atılım yapmaları ve gelişme hamleleri için heyecan, cesaret ve özgüven sağlamıştır. Bu ilkenin en önemli uygulamaları olarak yeni devletin isminin Türk tarihinde Göktürklerden sonra ikinci kez Türk adını kullanılması, Türk kültürünün gelişmesi dil, tarih ve kültürün unsurlarına ait kurumların oluşturulması ve çalışmaların başlatılmasıdır. Bundan dolayı Milli Devlet ****** Milliyetçiliğinin de bir sembolü olmuştur.17 Yeni nesillerin yetişmesi aşamasında, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinde dil ve tarih derslerinin okutulması yine bu ilkenin bir uygulamasıdır.18 Ayrıca Türkiye Cumhuriyetini yüksek idealine ulaşmasında ülkeyi yöneten ve geleceğe ait planların uygulamasında söz sahibi olacak kişi, kurum ve siyasi oluşumlara kendi milletine güvenmesini de sağlayan bir dinamizmdir. Mustafa Kemal ****** kendi yaşamında milletine güvenen bir liderin neleri başarabileceğini ispat etmiştir. Dün olduğu gibi bugünde milliyetçilik ulusların tarihsel kimliklerini destekleyen ve birada yaşama iradesini güçlendiren en önemli ideolojik akımlardan ve uygulama alanı en etkin olan düşünsel hareketlerin başında gelmektedir. Son dönemlerde küreselleşme olgusu yapay olarak güçlendirilmeye ve özellikle büyük güçler tarafından geliştirilmeye çalışılsa da yakın gelecekte de milliyetçilik hareketleri ve düşünce yapısı toplumların en önemli çıkış noktaları olacağı gerçeğini değiştiremeyecektir.
∗ Sait DİNÇ, Çukurova Üniversitesi, ****** İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Okutmanı 1 YÖK. ****** İlkeleri ve İnkılap Tarihi II., ******çülük, Ankara 1989, s. 46 - 47 2 Türklerde modern anlamıyla Milliyetçilik özellikle II. Meşrutiyet Döneminde “Türkçülük” fikrinin gelişmesiyle başlamıştır. Osmanlıcılık politikasının uygulama sahasında ki başarısızlığı ve Türklerin uğradıkları yenilgi ve çöküş süreci bu akımı güçlendirmiştir. II. Meşrutiyet Döneminde özellikle Ziya Gökalp ilk kez bilimsel olarak Türk Milliyetçiliği ile uğraşmış ve Türkçülüğün Esasları adlı esrinde geniş bir şekilde açıklamalarını yapmıştır. ******ün de Milliyetçilik fikirlerinde Ziya Gökalp ten etkilenmiştir. Bkz. Eserin Türkçülüğe bakışı için; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1976
3 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ******’ün El Yazıları, Ankara 1969, s. 18. vd. 4 A.g. e., s. 48 5 Sait Dinç, ****** İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Nobel Kitabevi Yayınları, Adana 2004, s. 278
6 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ******’ün El Yazıları, Ankara 1969, s. 18 7 A.g.e, s. 19 8 Gözübüyük, Ş., Kili Suna, Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1982, s . 9 Turhan Feyzioğlu, ****** ve Milliyetçilik, Ankara 1984, s. 380 – 381; Kili, a.g.e., s.238 10 Kili, a.g.e., s.234 - 235
11 Sait Dinç, ****** İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Adana 2004, s. 279 12 Kocatürk, a.g.e., s. 212 13 Dinç, a.g.e., s. 280
14 İnan, a.g.e., s. 376 15 Kocatürk, a.g.e, s.206 16 A.g.e, s. 207
17 Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde ****** ve ******çülük, İstanbul 1994, s. 142 18 Dinç, a.g.e., s. 281
KAYNAKÇA DİNÇ, Sait, ****** İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Nobel Kitabevi Yayınları, Adana 2004 FEVZİOĞLU, Turhan, ****** ve Milliyetçilik, Ankara 1984 GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1976 GÖZÜBÜYÜK, Ş., KİLİ, Suna, Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1982 İNAN, Afet, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal ******’ün El Yazıları, Ankara 1969 KİLİ, Suna, ****** Devrimi, Bir Çağdaşlaşma Modeli, İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998 TUNAYA, Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde ****** ve ******çülük, İstanbul 1994 YÖK, ****** İlkeleri ve İnkılap Tarihi II., ******çülük, Ankara 1989
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08
Konu: Geri: ****** İlkeleri Ptsi Şub. 09, 2009 4:13 am
Halkçılık, Mustafa Kemal'in TBMM'ye sunduğu ilke. Halkçılık 13 Eylül 1920'de uygun bulunularak 18 Eylül 1920'de TBMM'de kabul edildi. İlkede TBMM'ni halkın sorunlarını, sıkıntılarını yeni bir örgütlenmeyle ortadan kaldırmak olarak ifade edilir. Daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğü ile 1924 esasiye kanunu metninde ilkenin belirttiği hedefler ele alındı.
Halkçılık (popülizm) ilkesinin anlamı, seçmene hoş görünme politikası olarak algılanmamalıdır. Bu ilkenin anlamı, kader siyaseti güdenlerin, halkı soktuğu uyuşukluktan kurtarıp, onun „birlik ve beraberlik gücü“ne dinamizm kazandırmaktır.
Halkçılık ve Ulusçuluk bu anlamda birlikte düşünülmelidir."Eğer bir ulus kendi yaşamı ve hakları için tüm gücünü ortaya koymazsa, onun için kurtuluş yoktur. Biz işimize köyden, komşudan, çevremizdeki insanlardan, yani fertlerden başlayarak ilerleriz. Her fert kendini kurtarmak için tüm becerisini ortaya koymak zorundadır. Bu suretle aşağıdan yukarıya, tabandan tavana sağlam bir yapı oluşturulur". Bu, Mustafa Kemal’in uygulamak istediği programın, bireylere yüklediği sorumluluğa ilişkin olağanüstü önem taşıyan bir saptamasıdır.
Halkın ortak yaşam ve amaç bilincinin şekillenmesi ve güçlenmesi, işgalci kuvvetlere karşı başkaldırmada ve Kurtuluş Savaşı’nda olağanüstü özveriyle çalışmada ortaya koyduğu dayanışma sayesinde süreklilik ve anlam kazanmıştır. Buna rağmen, bu gelişme kurtuluştan sonra da çeşitli önlemlerle desteklenmiştir. Buna ilişkin olarak en somut örnek eşit haklar konusudur. Yeni devletin kuruluşunda halkın sadece bir bölümünün fiili katılımı sözkonusu olsaydı, büyük bir bölümünden yükümlülük beklemek safdillik olurdu.
Mustafa Kemal tarafından kurulan „Halk Partisi“nin programında, ki adı bile başlı başına bir programdır, halkçılık şu şekilde tanımlanmıştır: „Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit mumale görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.“
Bu anlamda her ferdin eşit tutulmasının gerçekleşmesi, ancak, eskiden kalan eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Nitekim de öyle oldu.
Bu konuda kaydedilen en etkili devrimci atılımlardan bazıları şunlardır: Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması; öğretim birliğinin gerçekleştirilmiş olması; her yurttaşın öğrenebileceği yeni bir Türk alfabesinin hazırlanması ve her yurttaşın devlet organları önünde eşit muamele görmesi konusunda alınan önlemler.[2]
Tarihçe
Sultan Abdülaziz döneminde başta Ali Suavi olmak üzere kimi Osmanlı aydınları Rusya'daki narodniki hareketinden etkilenerek halkın sorunlarıyla ilgilenmeye başladılar. 19. yüzyılın sonlarında başta Mehmet Emin Yurdakul olmak üzere bir çok edebiyatçı halkçılıktan etkilenmişti. 1908 Devrimi'nden sonra halk sözcüğü geniş bir kullanım alanı buldu. Uzun bir süre halkçılık iyiliksever aydınların kitlelerin yararına harekete geçmesi olarak düşünülmüştü.
Bu anlayış Birinci Dünya Savaşı sonrasında değişmeye başladı. Ziya Gökalp 1918'de Sovyet Devrimi'nden kısa bir süre sonra, Durkheim'in etkisiyle sınıf savaşının kötü olduğu sonucuna varıyor ve buna karşı halkçılığı savunuyordu. Gökalp halkçılığı şöyle tanımlıyordu:
"Eğer bir toplum birkaç katman veya sınıftan oluşuyorsa, o zaman eşitlikçi bir toplum değildir. Halkçılığın amacı katman veya sınıf farklılıklarını bastırmak ve bunların yerine, birbirleriyle dayanışma içinde olan meslek gruplarından bir sosyal yapı oluşturmaktır. Başka bir deyişle, halkçılığı şöyle özetleyebiliriz: sosyal sınıflar yoktur, meslekler vardır!" Bu yaklaşım büyük oranda korporatizme işaret ediyordu. Bu anlayış Kurtuluş Savaşı boyunca milliyetçileri, özellikle de Kemalistleri büyük oranda etkiledi. Her ne kadar Gökalp'in önerdiği korporasyonlar gerçekleştirilmediyse de, sınıfların olmaması ilkesi Kemalist liderler tarafından kabul edildi. Başta ****** olmak üzere Kemalist liderler Türkiye'de henüz sınıfların gelişmemiş olduğunu ısrarla vurguladılar. Dayanışma fikrini de komünizmle ve sınıf savaşımı düşüncesiyle mücadele edebilmek üzere benimsediler. Ayrıca bunu tek parti sisteminin gerekçesi olarak gördüler.
Halkçılık çabuk benimsenen bir ilke olmasına karşın, ****** ilkeleri arasında en kolay terk edilen ilke olmuş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, hızlı sanayileşme ve kapitalistleşme sürecinde büyük oranda arka planda kalmıştır. (Offline)
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08
Konu: Geri: ****** İlkeleri Ptsi Şub. 09, 2009 4:16 am
Laiklik
Laiklik, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir.[1]
Fransızca'dan Türkçe'ye geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu. Laik aynı zamanda din dışı dinle ilgisi olmayan anlamlarına da gelmektedir.
Laiklik Kavramı
Laik harfi Yunanca laos ismi ve laikos sıfatından gelir, Latincesi laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos: halka ait, ruhban olmayan demektir (Sinanoğlu: 1, 2). Laicus: dinsel olmayan, demektir ve Osmanlıcada bu terim ladini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca laik kelimesi Türkçeye girmiştir (Altındal, 1986: 25). Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, şeriat yönetimlerindeki iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır (Özek: 1-5). Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir (Poroy, Laiklik I). İngilizcede, papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince saecularis’ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır.
Kavramı felsefi açıdan tanımlayanlara göre laiklik “insana, insan aklına, beşerin ebedi tekamülüne iman getirmektir.” Buna göre, laik devletin dine karşı oluşu ile tarafsız olması arasında bir fark görmeyenler, dinle ilgisi olmayan anlamının hepsini dinsizlik olarak tanımlamışlardır (Bayur, Laiklik I). Bazı düşünürler insan eylemlerini dinli, dinsiz, dindışı şeklinde üçe ayırmışlar, buna örnek olarak ibadet etmeyi dinli, dindarları hor görmeyi dinsiz, yürümek konuşmak gibi eylemleri dindışı olarak görmüşlerdir.
Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin dini kaynağı sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokratik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur. Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır. Buna mukabil, İsrail gibi bir din devletinde de demokrasi 1948 senesinden beri hiçbir askeri darbe ile kesintiye uğramadan başarıyla uygulanmaktadır.
Hukuki tanımlara göreyse en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte dinlerin amme düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür (Başgil: 5, Onar: 563).
Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır (Altındal, 1986: 26). Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülarizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde milli kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir. Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hakimiyete, sekülarizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir (Altındal, age).
Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir: Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet); din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya); ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika) (Poroy, 1951). Laik devleti Duguit şöyle tanımlar: “Din konusunda kendisi tarafsız olup, mensupları bir dini taşımakla birlikte kendisi devlet olmakla hiçbir dini özellik göstermeyen ve hiçbir din ayini yapmayan ve kendi namına yaptırmayan devlet.” (Poroy, aynı yer, 20). Bugün bütün dünyada, cismani ve ruhani ayrılık anlamındaki temel ilkeler kabul görmekle birlikte, her devletin toplumuna ve kültürüne has özellikler de kavrama girmiştir. Türkiye’de laik devlet ile Müslüman toplum arasında cumhuriyetin kuruluşundan beri bir gerilim vardır ve devletin özel siyasal bir kavramı olan irtica kavramı, laiklikle birlikte anılır olmuştur. Devlete göre irtica, dinin sahtesi ve taassuptur (Daver, 1955: 10). İrtica kavramının hukuki mi ideolojik mi olduğu tartışmalıdır. ******’e göre “her faydalı ve yeni şeye karşı çıkmak irticadır” (Aydemir, 3). İrtica, devletin laikleşmesiyle ilgili olarak kanun koyucunun hukuki normlarına aykırı hareketler, devletin dayandığı ana değerlere aykırı görüşleri bu açıdan etiketlemesi şeklinde tanımlanmakla beraber, dini kamuoyundaki dini vecibeleri yerine getirme davranışları ile bu anlayış sıklıkla karıştırılmakta, hatta seçimle işbaşına gelse dahi eğer bu aykırılık görülürse devlet en başta ordu kurumu olmak üzere müdahale edebilmektedir. Burada devlet, demokratik açıdan her türlü düşünceye geçit verse bile, bu düşüncelerin dine dayanıp dayanmadığı noktasında laikliğe aykırı hareketler kapsamında irticayı temel terim olarak benimsemiştir (Batuhan, 1959). Felsefi açıdan ise laikliğe karşı taassup (yobazlık) kavramı, bir fikir ve inanç tekelciliğini ifade eder. Taassup bir kimsenin, bir kurumun, bir zümrenin kendi mutlak sandığı dar görüşlü düşünce ve inançlarını başkalarına kabul ettirmek istemesi, hatta zor kullanmasıdır.
Tarihçesi
Eskiçağlardan beri din, insanların, günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yönetiminde etkili oldu. Özellikle Hıristiyanlık Avrupa'da ortaçağ sonlarına kadar her alanda söz sahibiydi. Papalar krallara hükmedebiliyor, papaz, rahip, ya da keşiş gibi din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı.
Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi. 16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yani sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlügüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı. 1789 Fransız Devrimi'nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi.
En son 2008'de Türkiye'de parti kapatma davalarıyla ilgili olarak Avrupa Birliği, jakoben laiklik yerine demokratik laiklik kavramını tercih ettiğini belirtmiştir.[2],[3]
Anayasasında laikliği kabul eden (bazı) devletler
* Amerika Birleşik Devletleri (1791 Anayasası'nın 1. Değişikliği vardır * Fransa (1958 Anayasası'nın 1. Maddesi) * Japonya (1946 Anayasası'nın 20. Maddesi) Ancak hükûmette dinî parti mevcuttur. * Meksika (1917 Anayasası'nın 3. Maddesi) * Portekiz (1976 Anayasası'nın 41. Maddesi) * Türkiye (1982 Anayasası'nın 4. Maddesi)
Anayasasında laiktir ibaresi olmayan fakat laik olan devletler
* Azerbaycan * Hindistan * Küba * İrlanda * Avustralya * Endonezya * Senegal * Mali * Tunus
Not:Bu başlıkta yer almayan devletler de vardır. (Offline)
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08
Konu: Geri: ****** İlkeleri Ptsi Şub. 09, 2009 4:16 am
Devrimcilik
İnkılâpçılık ya da Devrimcilik: Devrim sözcüğünün anlamı; kısa sürede meydana gelen köklü değişiklikler demektir. Bu sözcük anlamından esinlenerek devrimi; Devlet eliyle ülkenin sosyal hayatının ve kurumlarının akla yakın ve ölçülü yöntemlerle köklü bir şekilde yenileştirilmesidir. Kemalist Devrimcilik İlkesi, Halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. Buradaki devrimcilik, var olan sistemi değiştirmekten çok, onu revize etmek üzerine yapılanmıştır. Bu anlamda Kemalist Devrimcilik Revizyonist bir ilkedir.
Mustafa Kemal'in 1923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alan şu cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket ettiğini, göstermektedir: “ Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olacaklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin herşeyden evvel millete güven vermesi gereklidir. ”
Bu, seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunur. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
******, Devrimcilik İlkesinin birinci ögesini şöyle tanımlıyordu:
“ Devrim, Türk Milleti'ni son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır. ” ******, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm'in Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir "Sürekli Devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır.
En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm'in sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi budur.
Kaynakça
* Kemalizm Laiklik ve Demokrasi, Ahmet Taner Kışlalı (Offline)